Bekir Develi ile Röportaj
Röportaj: Abdulkadir ÜNAL
Şubat 2016
İlk olarak sizi tanıyabilir miyiz? Kimdir Bekir Develi?
Almanya doğumlu, aslen Adanalı, Almanca öğretmenliği mezunu, ama hiç öğretmenlik yapmamış, geçmişte tezgâhtarlıktan tekstil atölyesi işçiliğine kadar muhtelif işlerde çalışmış, şimdilerde televizyon programları ve sahne gösterileri yapan, kısa vadede insanlara doğru mesajlar vermeye çalışan, orta vadede hayırlı işler yapmak veya hayırlı işlere vesile olmak isteyen, uzun vadede cennete gitmek isteyen bir kul…
Bazı demeçlerinizde sıfırdan başlayarak bugünlere geldiğinizden bahsetmişsiniz. Sıfırdan başlamak derken neyi kastediyorsunuz? Bekir Develi nasıl sıfırdan başladı?
Hani derler ya, ‘’Yüzeye çıkabilmek için ayaklarınızın dibe vurmasını beklemek gerekir.’’
Her şeyinizin tükendiğini düşündüğünüz anda avuçlarınızda ‘dua’ gibi güzel ve etkili bir kozun olduğunu görmek, ona sarılmak, hayal etmek ve çabalamak…
Her insanın farklı hikâyesi var. Hepimiz türlü zorluklar yaşadık, yaşıyoruz. Ben de sahneye çıkmadan evvel çok engeli aşmak için çabaladım. Elde avuçta ne varsa kullandım, tükendiğimi hissettim. Yarı yoldan dönmek için kaç kere niyetlendim hatırlamıyorum.
Faruk adındaki arkadaşım, kuzenim, dostum, dert ortağımın bana bir stand-up CD’si yollaması ve benim bundan daha iyisini yapabileceğimi söylemesiyle başladı her şey. İlk yola çıkış noktamız içinde küfür ve argo barındırmayan bir oyun hazırlamaktı. Çünkü genel anlamda yapılan mizahın çoğu küfürlüydü. Ben o CD’yi izledim, arkadaş çevremde yaptığım esprileri-hikâyeleri haftalarca derleyip bir gösteri yazdım ama yazmak henüz hiçbir şey değildi. Bunu sahneye nasıl aktarırız, ne yaparız bilmiyordum. Daha sonra Dramaturg Mete Tuncel’den bu konuyla ilgili yardım aldım. Boş bir salonda günlerce yazdığım bu gösteriyi Mete Bey’e oynadım. Artık hazırdık.
Ama kim beni nerden bilsin, neden gösteri için çağırsın?
Kendimizi gösterebilmek için türlü yollar denedik. Salon kiralayıp tanıdıklara, akrabalara gösteri yaptım. Evet, onlar güldü eğlendi ama yine kendi kabuğumuz içinde kaldık, o kabuğu kıramadık. Olmadı…
Gösterilerden birini kameraya çektirip evde kendi imkânlarımla amatörce montajladım ve medyanın tanınmış isimlerine postaladım. Olmadı…
İşte bu ‘Olmadı’lardan sonra Faruk hep bir fikirle geldi karşıma. Son çare gazetelere ilan verdik. Söylemesi ne kadar kolay değil mi? Çünkü bunun için de ciddi bir miktar para gerekti. Gazeteye ilan verdik…
Bu ilan için ben eşimden habersiz onun bileziklerini sattım. İzin istesem elbette izin verecekti. Bir ömrü paylaşmaya niyetlendiğim insan elbette benden bileziklerini esirgemeyecekti ama bu başka bir durum. Evli olan anlar.
Gazetede, dikkatli bakmayanların göremeyeceği kadar küçücük ama benim hayatımda kocaman yer tutan ve son çare olan o ilandan sonra telefonun başında beklemeye başladım. Ne kadar beklemek gerekiyorsa bekledim. Ama çalmadı… Oysaki o telefonun çalmaması için hiçbir sebep yoktu.
Bir kere daha bu yoldan geri dönmeye niyetlendim. Artık geri dönmeye mecburdum çünkü hem madden hem manen bitmiştim. ‘Olmadı’yı kabullenmek zordur ama başka çarem kalmamıştı. Derken, telefonum çaldı. Birileri kare bulmacadan bile daha küçük olan ilanı görmüştü ama yaptığımız işle ilgili fikri benim elimde kalanlar kadardı, yani hiç yoktu. Arayan Beyobası Belediyesiydi. Yaptığımız işi anlattık ve gösteri için anlaştık. İlk işimize gidiyorduk, ilk paramızı kazanacaktık. Ama o da hayal ettiğim gibi olmamıştı. Bir okul bahçesinde traktör kasasından bozma bir sahne geldi karşıma ve dediler ki “İşte bu sahneye çıkacaksın, işte bu insanları güldüreceksin.” Bir kere daha hayal ettiğimle yaşadığım şey farklıydı. “Kardeş, Etiler’de Nişantaşı’nda yaşayan insanların güldüğü insanlar başka. Onların güldüğü birileri var, seni şu an onlar davet etmez, onlar izlemez ki.” Okul bahçesinde toplanan insanları gösterip, “Sen bu insanlar için bu işi yapıyorsun’ sözleriyle yine Faruk geldi karşıma.
Ve ben o sahneye çıktım. Ama Allah’ın nerede nasıl bir kapı açacağı belli olmaz. Benim o gösterimi başkan beyin oğlu sahne kenarına kurduğu bilgisayarla, sınırlı internet bağlantısı ile İstanbul’da bir televizyonda staj yapan ablasına izletiyor. Artık ne kadar izletebildiyse… Ablası da o gece beraber nöbet tuttukları kişiye anlatıyor. İslami stand-up izledim çok güldüm falan diyor. O kişi de eve gidince eşine bahsediyor. Eşi de Vatan gazetesinde çalışan bir gazeteci. İslami stand-up cümlesi çok ilgisini çekiyor ve bir şekilde bana ulaşıyor.
-Alo, ben Vatan gazetesinden Seyhan Sevinç. Sizinle yaptığınız işle ilgili röportaj yapmak istiyorum…
Ben, ilk gösterimden aldığım para ile borçlarımın bir kısmını ödemiştim. Elimde yine hiç nakitim kalmamıştı. Ne İstanbul’a gidip röportaj verecek param vardı, ne de yeni bir sıçrama yapmaya çalışacak takatim. Seyhan Sevinç’e, “Gösterilerimiz çok yoğun, siz soruları mail atın, ben cevaplayıp size yollayayım.” dedim. Mail yoluyla yaptığım ilk röportajdan da umutlu değildim açıkçası. Bulmacadan bile küçük bir ilanla gazetede yer alan birinin röportajı da, gazetede bulmacadan küçük yer alırdı ya da hiç yer almazdı. Ben yine yaptığım en iyi şeyi yapmaya başladım. Hayal ettim, dua ettim, bekledim…
Bir sabah telefonumda onlarca cevapsız arama olduğunu gördüm. Merak ve panik içinde Faruk’u aradım. “Hemen çık bir Vatan gazetesi al, oldu oğlum bu iş.” dedi. Apar topar evden fırladım. Gazete bayiine yaklaştıkça tel raflardaki gazetenin birinde kendimi görür gibi oldum ama inanasım da gelmiyordu. Benim röportajımı sürmanşet vermişlerdi. Bir tarafta Ecevit komada haberi, bir tarafta ‘’Muhafazakâr Stand-upçı’’ başlığıyla ben.
Bir kere çalsın diye başında beklediğim o telefon hiç susmuyordu. Arayanlar hep 0212’li numaralardı. Hemen bütün kanallardan bütün programlardan aradılar. İçlerinden bir tane kanal seçip ana habere röportaj verdim, bir tane de programa konuk oldum. Yaptığım işi, bu işi neden yaptığımı, kimler için yaptığımı anlattım. Sonra bir televizyon kanalından program teklifi geldi, kabul ettim. Hem gösterilerimi yaptım hem televizyon programını sundum. Borçlarımı ödedim, eşimin bileziklerini geri yerine koydum. Bugüne kadar on beş televizyon programı yaptım. Kendime ait beş sahne gösterim var. Dünyanın on beş ülkesinde 800’e yakın sahne aldım. Şimdi de ‘’Bekir Develi ile Ünlü Mamüller’’ hasbihal etkinliklerimiz ile Türkiye’nin 81 ilini gezmeye başladık. Elhamdülillah…
Sahne gösterilerinizde argo ve bel altı espriler kullanılmadan da insanların gülebileceğini gösterdiniz. Sizin için İslami kesimin stand-upçısı diyorlar. Siz bu yakıştırma hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce de öyle mi?
Az önce söylediğim gibi benim ilk gazete haberim de Muhafazakâr Stand-upçı diye çıktı. Benim yaşadığım çevrede arkadaşlarıyla sohbet edebilmek için ikindi namazına bir saat önce giden amcalar vardı. Tesbih çekmeyi hiç bırakmayan, hatta kendini kaptırıp pirinç ayıklarken bile Allahuekber Allahuekber diyen teyzeler vardı. Ben bu insanların hikâyelerini anlattım. Onların hayatında küfür, argo, hakaret yoktu. Olmayanı da insanlara varmış gibi sunmak benim mizacımda yoktu. Bunun için İslami Stand-upçı dediler.
“Ameller niyetlere göredir. Herkesin niyeti ne ise eline geçecek olan odur.”
Biz bu işe biraz da, “İnsanlar sadece küfre gülüyor.” algısını yıkmak için “Helal dairesi keyfe kâfidir.” demek için girdik.
Bazı grup muhafazakâr kesim, stand-up ve kendine güldürme olarak adlandırabileceğimiz kültüre pek sıcak bakmıyorlar. Bu konuda eleştiriler alıyor musunuz? Bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz?
Her ne iş yaparsanız yapın eleştirenler, o işi daha iyi yaptığını iddia edecek olan insanlar çıkacaktır. Mizah çok iyi bir iletişim aracıdır ve çok ciddi bir iştir.
Bu soruya “Tebessüm sadakadır.” diyen Efendimiz’den (s.a.v) bir hikâye ile cevap vereyim.
Peygamberimiz (sav) bir gün otururlarken hurma yerler. Hz. Ali de (ra) hurmadan yer ve hurmanın çekirdeğini Efendimiz’in önüne iter. Efendimizin önü hurma çekirdekleri ile dolar. Hz. Ali, Efendimiz’e döner: “Efendimiz hurmayı ne kadar çok seviyorsunuz.”der. Efendimiz de Hz. Ali’ye: ”Sen daha çok seviyorsun herhalde, çekirdeklerini bile yemişsin.”
Bu yeterli sanırım.
Allah memnun olsun. İnsanlara kalsa bazıları kendilerinden bile memnun değiller…
TV programları, belgesel ve sahne gösterileri gerçekleştiriyorsunuz. Bu sağlam bir birikim gerektirir. Kendinizi nasıl geliştirdiniz? Hangi kaynaklardan yararlandınız?
Dediğim gibi, sahne gösterilerimde kullandığım dil ve anlattığım konular tamamen halktan ve inanın bu kaynak çok sağlam bir kaynak. Etrafınıza dikkatlice bakarsanız ekstra yerlere yönelmenize gerek olmadığını anlarsınız. Televizyon programları da bana bir şeyler katmıştır. Her programdan farklı bilgiler ve birikimle dönmüş, bunu da insanlarla paylaşmışımdır. Benim programlarım genelde gezi formatındaydı, gezerek öğrendim. Yerinde gördüm. Her iki işi için de kaynağım Anadolu diyebiliriz.
Kalın kitaplar size çokça ilim verebilir. Ben ilmin yanında irfana da ulaşabileceğim kaynaklar aradım. Bazen bu bir çobandı, bazen yaşlıca bir ebe, bazen de eli öpülesi ve duaları alınası muhterem zatlar…
41 ülkeye ve ülkemizin her iline gitmişsiniz. Sizi en çok etkileyen yer neresiydi ve yaşadığınız en ilginç hadise hangisiydi?
Dünyada Ramazan programı çekimleri için Bosna Hersek’e gitmiştik. Zaten Bosna bizim acıyan tarafımızdır. Şartsız koşulsuz sevdiğimiz yerdir. Canımızın parçasıdır. Orada bir dağ köyüne misafir olduk. Köyün bütün erkekleri katledilmiş. Köyde yaşayan birkaç yaşlı teyze var. Teyzelerden birisi çekim sırasında yanıma geldi. Kendi dilinde bir şeyler söyledi. Sitem ettiği belliydi, yürekten konuşuyordu. İnanın o acıyı, o derdi anlayabilmek için o dili bilmenize gerek yok. Yedi yıldır köylerinde imam olmadığını, yedi yıldır ezan sesi duymadıklarını söyledi. “Buraları neden yetim bıraktınız?” diye sitem etti. O kadar haklıydı ki, diyecek bir şeyim yoktu. Kaldırıp bana bir tokat atsa gıkımı çıkarmazdım. Gözlerindeki acı, sözlerindeki çaresizlik bıçak gibi inmişti ekibin yüreğine. O akşam orada teyzeler ile iftar için hazırlık yapmaya başladık. Yanımızda getirdiğimiz erzakla mütevazı bir sofra kurduk. Yedi yıldır radyodan ezan dinleyen teyzelere orada canlı ezan okudum. Yüzlerindeki o sevinci gördüm. Bu anımın yeri hep bambaşkadır. Allah hiçbir mümini ezansız, Kur’ansız bırakmasın.
İnsanlara ulaşma aracı olarak sizin de kullandığınız stand-up ve televizyon programcılığından hangisini daha etkili buluyorsunuz?
İkisinin de yeri ayrı. Şu daha etkili diyemem. Stand-up’da salondakilerle birebir iletişimde oluyorsunuz. Gözlerine bakıyorsunuz, soru soruyorsunuz, cevap alıyorsunuz. Gösteriden sonra sohbet ediyorsunuz. Bu samimi bir ortam oluyor. Televizyon da daha geniş kitlelere ulaşmak için çok çok önemli. Neyi nasıl kullandığınız önemli. Hani o klasik örnekteki gibi, bir bıçakla ekmek de kesebilirsiniz, cinayet de işleyebilirsiniz.
Bizim niyetimiz belli. İster sahne olsun ister TV olsun ikisinde de anlattıklarımız aynı. Ama bu piyasaya ilk sahneden başladığım için sanıyorum sahnede olmanın yeri benim için ayrı. 🙂
Ancak şunu açıklıkla ifade etmeliyim ki ekranların bozduğunu sahnelerden tamir etmek çok zor. Bu zamanda inananların her mecrada olmaları elzem bence.
Bu kadar yoğunluğunuzun arasında kitap okumaya vakit bulabiliyor musunuz? Fikirlerinden etkilendiğiniz şair ve yazarlar kimlerdir?
Okumaktan keyif aldığım birçok yazar var.
Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Oğuz Atay, Ömer Tuğrul İnançer, Emin Işık, Ali Ural, İsmet Özel, Cemil Meriç bunlardan bazıları… Risale-i Nur’u da burada zikretmeden geçmeyelim tabi.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in tahayyül ettiği gençlik ile günümüz gençliğini karşılaştırmanızı istesek neler söylersiniz?
(Cennet Mekân) Üstad müthiş bir analizciydi. Onun yıllar önce hayal ettiği gençlik şu zamana kadar baskılandı, geri plana atıldı, ezildi, yok sayılmak istendi. Bu gençliğe bunu reva görenler, Allah’ın da bir hesabı olduğunu düşünmedi.
Zaman çok hızlı değişiyor. Yaşadığımız şu zamanda (temiz inançlı kardeşlerimi tenzih ederek söylüyorum) dejenere olmuş, araştırmayan, zihnini gereksiz bilgilerle dolduran bir gençlik var. Bunu inkâr edemeyiz. Ama siz böyle oldunuz, bozuldunuz diye onları suçlayamayız. Çünkü birileri onların sorgulamayan, araştırmayan bireyler olmaları için çok uğraştı.
Şuur burada çok mühim. Bizim genç kardeşlerimizle dava şuurunu çokça konuşmamız gerekiyor. Düşünün ki kişi şuursuzken günah bile işleyemiyor. O bakımdan Sezai Karakoç denildiğinde adamın aklına Mona Roza’dan evvel bir dava bilinci, bir duruş geliyorsa bu iş olmuş demektir. Bosna’yı, Filistin’i yabancı ülkeler başlığı altında görmediğimiz; Suriyeli kardeşlerimizi mülteci olarak değil muhacir olarak telakki edip bu şuura erdiğimiz zaman tamam olacağız inşallah.
Ama inşallah üstadın o hayalini kurduğu, ak sütün içinde ak kılı fark edebilecek, davasına sahip çıkan bir gençlik geliyor. Bu hayale, belki de hiç olmadığımız kadar yakınız. Muhacir kardeşiyle sofrasını paylaşan, dünyanın öbür ucunda baskı gören kardeşi için elinden ne geliyorsa onu yapan, sesini çıkaran o gençlik şu an yetişiyor çok şükür. Ve inşallah daha güzel günleri bu gençlik vesilesiyle göreceğiz.
Sözü yine üstad ile bitirelim mi?
Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes.
Ey kahpe rüzgâr, artık nereden esersen es!
Gençler hayalinin peşinden mi gitmeli yoksa gerçekçi mi olmalı? Gençliğinizde en büyük hayaliniz neydi? Günümüz gençliğine bu konuda tavsiyeleriniz nelerdir?
Gerçekçi hayallerinin peşinden gitmeli. 🙂 Benim ilk mesleğim ütücülüktü. Sanıyorum hiç kimse ütücü olmanın hayalini kurmaz. 🙂 Ama Allah’ın nerede nasıl bir kapı açacağı belli olmaz. Otuzlu yaşlarıma kadar rutin olan hayatım bir CD ile değişti.
Kişinin ev alayım, araba sahibi olayım, çok para kazanayım gibi hayallerinin olması mutlaka doğaldır. Hangimizin bu tür hayalleri olmadı ki? Ancak onun yanında özgür Kudüs, İslam birliği ve Rıza-ı İlahi gibi ahirete müteveccih hayalleri de olmalı kişinin. Ardından koşarken öldüğünde, öldüğüne değecek hayalleri olmalı. Ve elbette kendisi ile birlikte o hayale inanan kardeşleri…
Kardeşlerime tavsiyem, programlarımda da hep söylerim, Allah nasip etmeyeceği şeyi hayal ettirmez. Hayaliniz belki dua yerine geçer. Bu iş zor, bu olmaz, böyle olmaz demesinler.
Zor yok, çok sevmek var…
Sosyal medya konusunda ne düşünüyorsunuz? Gençlik ve sosyal medya etkileşimi konusundaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Sosyal medya çağımızın en etkili ve hızlı iletişim aracı oldu. Kullanıcıları da genelde gençler, bunu daha sonra orta yaş grubu takip ediyor.
Nasıl kullandığınız ne amaçla takıldığınız elbette mühim. Uzak yerlerde yaşayan tanıdıklarınızla irtibat kurmak için, dünya Müslümanlarından haberdar olabilmek için, işiniz için kullanıyorsanız ne ala. Nahoş şeyler için kullananlara gelince, onların interneti olmasa da muhtemelen rahat durmayacaklarından tamamen kişinin kendisi ile alakalı bir saha olduğunu düşünüyorum. Bazıları tarafından internet kullananlara karşı ifrat noktada tepkiler verildiğini düşünüyorum. Ben kullanıyorum ve çok da işimi görüyorum. Her şeyi kötüsünü misal vererek değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Faydası zararından çok bence.
Son olarak İkra’r Dergisi okuyucuları için neler söylemek istersiniz?
Rabbim hepimizi sevsin, sevdirsin, sevindirsin… Doğru insanlarla karşılaştırsın. Hayırlı işler yapıp rızasını kazanmayı nasip etsin.
Bu röportaj İkra'r Dergisi 1. Sayısında yayınlanmıştır.