Prof. Dr. M. Fatih Andı ile Röportaj
Değerli hocam öncelikle hakikat nedir, gerçeklik nedir ve bu iki kavram arasındaki ayrımın temel sebebi nedir?
Hakikat ve gerçek… Bu iki kavram, sözlüklerde birbirinin eşanlamlısı gibi görünse bile yani “gerçek”, kökeni itibarı ile Arapça bir kelime olan “hakikat”in Türkçedeki birebir karşılığı gibi görülse bile, bu iki kelimenin hem dilimizdeki nüans ve işlevlerine, hem tarihsel anlam ve çağrışım yüklerine, hem de kavramsal kapsamlarına baktığımızda bunlar birbirinin birebir karşılayıcısı değildir.
Hakikat, bizim kendi kültürümüzün kendi medeniyetimizin içinden gelen, derinliği olan, referansları, adresleri bizi “biz”e götüren bir kavramdır. Gerçek ise hakikate göre daha hafif, daha yeni, daha “yeğni”, daha dünyevi, hatta günlük hayatın sıradan ve pratik ilişkilerine sırtını yaslayan ve bağlamda başka adresleri işaret eden, başka anlayışlara, başka varlık yorumlarına yaslanan bir kavramdır. Hakikat dediğimizde biz referansını “Hak”tan ve “hak”tan alan bir anlayışla muhatap oluruz. Hatta belki de bunun içindir ki; Türkçede “hak ve hakikat” birbirinden ayrıştırılmayan, bir tekrar grubu olarak birlikte kullanılan iki kavramdır. Hak dediğimizde doğruyu da kastederiz, kazanılmış bir getiriyi de kastederiz. Ama bu ikisinden “doğru” manasında hakikat ile hak çoğu zaman örtüşür. Fakat aynı zamanda bu hak eğer yazarken büyük harfle yazacaksak(Hak) yaratıcıyı da işaret eden bir adlandırmadır. Bu durumda ve böylelikle çok güzel bir örtüşme karşımıza çıkar. Allah karşılığı olarak “Hak”, onun bir gölgesi, yeryüzündeki izi, eseri, tezahürü olarak doğru anlamında “hak” ve o doğrunun belirlediği gerçeklik sınırı demek olan “hakikat”. Bu üç kavramı birbiriyle ilişkilendirdiğimiz zaman Müslüman hikmetinde medeniyet anlayışı içerisindeki hakikat kavramına ulaşmış oluruz. O zaman şunu söyleyebiliriz: Müslüman düşüncesinde ve onun beslediği, onunla birlikte var olan Müslüman edebiyatlarda hakikatin vahyî olanla bir ilişkisi vardır. Bu ilişki hem estetik bir ilişkidir, hem epistemolojik bir ilişkidir. Yani bilginin kaynağını Yaratıcı olarak gören, vahiy olarak gören bir anlayışın uzantısı olarak hakikat vardır. Nitekim güzelliğin kaynağını da “Cemîl” olan, en güzel olan, “ecmel” olan Yaratıcıda gören, güzelliğin sınırlarını haram-helâl ilişkisi içerisinde yine bu vahiyle ışıltılı bir öğretide gören ve bulan bir estetik anlayışın belirlediği bir hakikat çıkar karşımıza. Yani o zaman benim hakikat dediğimde anladığım şey, benim inancımla, benim inancımın odağında duran Yaratıcıya karşı görevlerim, kulluğum, ubudiyetimle, Hakk’ı kabul ve idrak edişimle belirlenen bir anlayışa yaslanıyor. Gerçek bununla aynı şekilde örtüşmüyor. Gerçek,-Türkçedeki çağrışımları itibariyle- yeni, sanki köksüz, profan bir kavram. Yani referansları içerisinde vahyin olmadığı bir kavram ve bu kavramı da daha çok biz modern hayatın içerisine oturtarak kullanıyoruz. Modern düşünce içerisinde gerçek dediğimizde daha somut kabuller, daha laboratuvara sokulabilir kabuller, pozitif algılar devreye giriyor. Gerçek, gerçeklik biraz da modern düşünce içerisinde bunu getiriyor. Bu bakımdan gerçek ile hakikat arasında kavramsal olarak da, etimolojik tedaileri ve tarihsel hamuleleri itibarıyla da böyle bir ayrıştırmaya, bir saf belirlemeye mutlaka gitmek zorundayız.
Bu ne zamandan beri böyledir? Biraz evvel bunların kökenlerine tarihsel bağlamda bakmak dedim, etimolojik bir ayrım dedim. Ne zamana kadar gitmek gerekir? Böyle geriye doğru gittiğimizde, karşımıza bizim modernleşme sürecimizin ivme kazandığı kronolojik akış çıkıyor. Sözgelimi İslâmî geleneğimizin hâkim olduğu dönemlerde ve süreçlerde, “hakikat”ten başka, gerçeği karşılayacak bir kavramımız yoktur. “Gerçek” kelimesi vardır Türkçede ancak o, günübirlik Türkçenin içerisinde sıradan kelimelerden birisidir. Kavramlaştırma veya kavramlaşma henüz bu kelime üzerinde vuku bulmamıştır. Modernleşmenin ilk süreçlerinde bile, diyelim ki 19. yüzyılda, hatta 20. yüzyıl başlarına kadar gelen akış içerisinde de hakikat hâlâ çok canlıdır. Bu dönemlerde edebiyatta tartışmalar olmuştur. Realizm’i karşılamak için “Hakîkiyyûn” diye isimlendirmişlerdir. Bildiğimiz “Gerçekçilik” akımını, yani Realizm akımını Hakîkiyyûn diye karşılamıştır bizimkiler veya gerçekçi edebiyat diye belirlediğimiz, isimlendirdiğimiz bugün dönüp böyle adlandırdığımız bir edebiyat oluşumunu, edebiyattaki yaklaşım tarzını “edebiyat-ı hakîkiyye” diye nitelemişlerdir. Hakîkiyye, hakîkat, hakîkiyyun hepsi aynı noktaya atış yapan adlandırmalardır. Gösteriyor ki biz bu modernleşmenin ilk tartışılma süreçlerinde bile hakikat kavramından kolay kopamamışız, bu kavramın etrafında konuşup durmuşuz. Ancak modernleşmenin geleneği ve geleneğin değerlerini, medeniyetimizi ve medeniyetimizi ayakta tutan ruh olarak inanç dünyamızı dışlamasının bir rejim politikası olarak, bir entelektüel mühendislik alanı olarak kendisini çok keskin hatlarıyla bir inkâr politikası bağlamında göstermeye başladığı dönemlerden itibaren hakikati unutmuşuz. Gerçek, gerçeklik, gerçekçilik gibi kavramlaştırmaları düşünce dünyamızda daha çok belirler, daha çok kullanır, daha çok benimser hale gelmişiz. O yüzden tekrar edelim: Kullanırken hakikatle gerçeği arkalarında yatan bu dünyaları, bakış açılarını, dünya görüşlerini unutmadan kullanmakta fayda var, eğer bilimsel bir düzlemde ve farkında olarak kullanıyorsak.
Sanat eseri, hakikat unsurunu taşımalı mı ve eğer taşıyacaksa sanat eserinde hakikat nasıl, ne kadar yer almalı?
Bu, kadim zamanlardan itibaren hep tartışılagelen bir konu tabii. Ben genel bir çerçeve çizmek isterim. Sanat eseri hakikati taşımalı mı sorusundan ziyade, soruyu sanat eseri sırtını hakikate yaslamalı mı, referanslarını hakikatten almalı mı diye sormak gerekir. O zaman bu az evvel sözünü ettiğim ikili kavram ayrışması etrafında bakmak zorundayız. Eğer bir medeniyetin bugüne izdüşümü olarak bakıyorsak bir sanat anlayışına, -gelenekle bağlantı kurmuş sanatımızı kastediyorum- o zaman sanat eseri, bir Müslüman’ın sanat anlayışı içerisinde referanslarını mutlaka hakikatten almak gibi bir endişe taşımalı. Ancak hakikatin ne olduğu da burada önem kazanıyor, az evvel söyledik. Eğer hakikat referansını Hak’tan almıyorsa hakikat değildir zaten. O zaman hakikatin Hak’la kurduğu ilişki bağlamında sanat eseri de bir şekilde hakikatle bağlantılı olmak zorunda. Ancak modern zamanların gözlüğüyle baktığımızda sanat eseri ve gerçeklik ilişkisi diye sorabiliriz bunu. O zamanda, bir sanat eseri gerçeği mi yansıtmalı, sanat eserinde gerçeklik nasıl olmalı, sanat eseri olanı gerçekte nasıl olmuşsa öyle mi anlatmalı soruları çıkar karşımıza. Zaten bu ve benzeri sorular, 18. Yüzyıldan bugüne Batı sanat dünyasında, Romantizm, Realizm, Naturalizm, Sürrealizm, Empresyonizm, Ekspresyonizm gibi, temel kavga noktasının gerçeklik olduğu bir takım akımları doğurmuştur. Bu akımlar da farklı farklı bakış açılarıyla gerçeğin ifadesinin peşine düşmüşlerdir. Batı edebiyatında Realistler, ardından Naturalistler, gerçeği beş duyuyla algılanan şey diye görmüştür. Beş duyu neyi, nasıl algılıyorsa sanat da bu beş duyunun algıladığını olduğu gibi anlatmak zorunda olan şeydir diye nitelemişlerdir. Bu çerçevede, bu ya benimsenmiştir ya reddedilmiştir. Bir süre sonra gerçeğin beş duyu organıyla algılanmasının doğruyu bulmakta bizi yanılttığına dair itirazlar doğmuştur. Giderek mesela gerçeğin değişkenliği olgusu üzerinde tartışmalar vuku bulmuştur. Sizin geçeklik dediğiniz mutlaklığı ifade etmez, değişken bir şeydir; kişiye göre değişir, çağa göre değişir, zamana göre değişir, zemine göre değişir. İnsani bir olgudur, insanın tahavvülatıyla, değişmesiyle bu hal de değişir, bu göz de değişir… Hatta kişiden kişiye, aynı zaman ve zeminde bile algıya, idrakin boyutlarına göre değişir diye itirazlar yemiştir. Bu ayrı bir durum. Gerçeğin kavramsal tartışması ayrı bir şeydir.
Sanat eserine biçilen rol de bu bağlamda çok tartışılmıştır. Sanat eseri gerçeği beş duyu organının perspektifinden mi anlatmalıdır, sanat eserinin mutlak şekilde gerçeği aktarması diye bir görevi var mıdır, estetik yalnızca gerçekte midir, yoksa gerçeğin farklı bakış açılarıyla değiştirilmesiyle bir ufuk oluşturulabilir mi, gerçeğin çarpıtılması da veya soyutlanması da veya farklı bakış açılarıyla yorumlanması da bir zenginleştirme midir, sanat dediğimizde mutlak şekilde gerçekle örtüştürme, çakıştırma çabamız olmalı mı, olmamalı mı? İç gerçeklik diye bir şey var mıdır, yok mudur? Bir sanat eseri, iç gerçekliği mi ifade etmelidir, öznel gerçeklik mi yoksa tamamen nesnel gerçeklik mi gibi sorularla gerçeklik idrakini kavramsal mahiyeti çok değişmiştir. Gerek modern edebiyatlarda, hele ki Postmodern süreçte gerçekliğin mahiyeti felsefede tartışılmasına paralel olarak edebiyatta da çetrefil bir yapıya dönüşmüştür. Bunu böyle alalım. Demek ki modern bakış açısıyla, modern edebiyatın perspektifinden baktığımızda sanat eseri gerçeğin peşinde olmalı mıdır, olmamalı mıdır, gerçeği anlatmalı mıdır, aktarmalı mıdır sorusu sizin durduğunuz sanat anlayışına göre, o sanat anlayışını yapan teoriye göre, dünya görüşüne göre, varlık yorumuna göre değişkenlik gösterebilir. Bunların her biri de sanat eseri olabilir. Yani Michelangelo’nun heykeli, Leonardo Da Vinci’nin resmi bir sanat eseridir de Picasso’nunki sanat eseri değil midir? Biri öbürünü dışlar mı dışlamaz mı? Bunlar saçma sorular. Batı’nn farklı farklı gerçeklerini, farklı gözlüklerle ifade ediş yollarıdır diyebiliriz. Bunlar etrafında türemiş teorileri, anlayışları veya akımlara da bu yollara paralel olarak oluşmuş estetik yaklaşımlardır diyebiliriz. Ancak gerçeğin ucunu bırakır da hakikate dönersek yani benim kendi kavramımla bakarsam ben varlık dünyasına, işte o zaman ister tecride (soyutlamaya) başvursun, ister sublimasyona, yüceltmeye başvursun, ister idealizasyona başvursun, hangi ifade tarzını, estetize ediş yollarını denerse denesin, bir Müslüman edebiyat, kendi edebiyat geleneği içerisinde referansını hakikatten almak zorundadır. Merhum Necip Fazıl’ın söylediği şu cümlesi bu açıdan çok önemlidir: “Hakikatin mutlak adresi, mutlak hakikattir, mutlak hakikat ise Allah’tır.” Bir Müslüman olarak referansımız bizi zorunlu olarak ortaya götürür, gerisi teferruattır. O teferruat, bu hakikatin estetize edilişinin aletleridir, araçlarıdır, yollarıdır. Böyle bakmalıyız duruma. O zaman sorunuzu şöyle bağlayalım: Bir Müslüman edebiyatçı, sanat eserinde mutlak şekilde hakikati aramalıdır. Hakikatin ucunu bırakmamalıdır. Sanata yüklediği amaç ve fonksiyon hakikatin ifadesi olmalıdır. Binbir türlü üslup veya yol veya araçla…
Bir edebi eserde hakikat, yazarın okura sunup anlamasını beklediği hakikat midir veya hakikat, yazardan bağımsız olarak okurun anladığı hakikat midir?
Bu da yazar odaklı anlayış veya okur odaklı yorum gibi tartışmalı iki konuyu karşımıza açıyor ki modern edebiyat teorilerinin etrafında dönüp dolaştığı bir soru aslında bu. Bir sanat eseri yazarın kastettiği anlamı mı ifade eder, yoksa okurun yüklediği yorumla mı değer kazanır? Bu sorunun cevabı çerçevesi içerisinde epeyce dönüp dolaşabiliriz. Ama konuyu ihtisar ve dağıtmamak adına, daha orta yolda yürümeyi seçerek söylüyorum: Elbette bir sanat eserinin başlangıcında o sanat eserini ortaya koyan bir akıl olarak, göz olarak yazar veya sanatkâr vardır ve sanatkâr absürtlük olsun diye, saçmalık olsun diye hezeyanlarını ortaya saçmaz. Bir mesajı vardır, bir amacı vardır, bir niyeti vardır, bir çıkış noktası vardır, bu doğrultuda ortaya bir şeyler koyar. Ortaya koyduğu niyet, amaç neyse, mesajını ve anlamını da oradan alır eser. Ancak bu mesajın ve niyetin sırtını nereye yasladığı, az evvelki cevabımıza dönersek, önemlidir. Yani sanatkârın niyeti ve amacı, gözüne taktığı gözlüğü oluşturan dünya görüşüyle, bakış açısıyla da ilgili bir şeydir. Öyleyse, denklemin bir tarafı budur ama bir sanat eseri yalnızca yazarın niyeti ve amacından ibaret değildir. Öbür tarafta muhatabı da vardır. Hep edebiyat derslerinde söyleriz; yazar, eser ve okur üçgeni… Yazar eseri ortaya koyar ama okur da esere anlam katandır. Tek kişinin var olduğu dünyada sanat eseri olmaz ki.. Sanat eseri yazardan başka en az bir kişinin daha var olduğu bir ortama ihtiyaç duyar. Farz-ı muhal, Hazreti Âdem tek başına dünyaya indirilseydi ve kıyamete kadar tek bir insan olarak yaşasaydı, başka hiçbir muhatabı olmasaydı, tek bir kelime söyler miydi? Bırakın tek bir şiir söylemeyi, sanat eseri ortaya koymayı, tek bir kelime söylemezdi. Sanat eserinin teşekkül sebebi böyle bir şey… Bir iletisi vardır sanatkârın. İster estetik ileti, ister ideolojik ileti, ister düşünce, ister güzellik… Öyleyse bu denklemin üçüncü ayağını da okur oluşturuyor. Okurun nasıl algıladığı da önemlidir. Okur, esere hangi anlamı yüklüyorsa eser biraz da odur.
Bir örnek vereyim: “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”, Sezai Karakoç’un o çok sevilen şiiri… Sezai Karakoç’un bu şiirine yazarının yüklediği iletiler, kodlar açısından bakarsak, İstanbul ile İslâm coğrafyasının, bu coğrafyanın diğer ülkelerindeki, diğer şehirlerin bir diyalogu çerçevesinde yürür. “Sürgün ülke”, Batı emperyalizmine tarihlerinin bir evresinde muhatap olmuş bütün bir İslâm coğrafyasıdır. “Başkentler başkenti” de bu İslâm coğrafyasının tarih içerisinde tebellür etmiş en estetik, en mükemmel kristalizasyonunu ortaya koymuş olan İstanbul’dur. İstanbul, İslam medeniyetinin en güzel şehridir Karakoç’a göre. Şiir bu iki varlık arasındaki diyalog ekseninde ilerler. Bir sürgün ülke, başkentler başkentine söyler; bir başkentler başkenti, sürgün ülkeye… Şiirin başlığına bakınız: “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”. Ama günümüzün büyük okur kitlesi çoğunlukla bunu bir naat olarak okur. Hazret-i Peygamber’e yazılmış bir şiir olarak okur. Şimdi ben dönüp hayır bu naat değildir desem ne olur? Bir kabul oluşmuştur. Bu şiir artık naatlik üzerinden de bir hisse sahibi olmuştur. Okur, ona öyle bir misyon da yüklemiştir. Bu yüzden hep bir pay, bir açık kapı bırakmak zorundayız. Ama ben bu metni akademik olarak, bir entelektüel olarak yorumlamak istediğimde, anlatmak istediğimde, yazarın niyet ve amacını, yazarın niyet ve amacının metne yüklediğini, metnin bana söylediğini mutlak şekilde korumak zorundayım. O şiiri bir naat olarak değil, İslam medeniyetinin tarih süreci içerisinde hesaplaşmasını ifade eden bir metin olarak kabul edip, bunun üzerinden yorumumu yapmak zorundayım. Ancak bunun okur niyetini de bilmek ve bir kenarda tutmak zorundayım.
Öyleyse, hakikate de buradan dönersek, sanatkâr hakikati ifade etmek amacıyla bir metin yazıyorsa, metnin mesajını okura net ve sağlam vermek zorundadır da diyebiliriz. Bu, sanatkârın çıkışına göre, niyetine göre değişir. Yok, ben ucu açık bir eser ortaya koyacağım, okur onu kendi algısına, entelektüel sınırlarına göre yorumlayabilsin diye de yazabilir. Hayır, buna hiç izin vermiyorum, okurun kabulü değil benim yüklediğim hakikat vurgusu esastır deyip sınırlayıcı ve çok keskin hatlarla kendisini ifade eden ve mesajı aktaran metin de ortaya koyabilir. Bu, neticede edebî yahut estetik anlayışlar içerisinde kendisini gösteren bir tabloyu ortaya çıkaracaktır. Mesela bizim klasik şiirimize, divan edebiyatımıza bakacak olursak, orada anlatılan ileti, hep okura da bir açık kapı bırakır. Evet, bu şiirin mazmun sistemi, telmihler dünyası belki temel çivileri çaka çaka yürür, ama hep okurun niyetine, kabulüne göre de -zaten metin şerhi dediğimiz şey biraz da budur- şekillenir. Bu özellikten hareketle diyebiliriz ki. Klasik edebiyatımız, hakikatin adresini verdiğinde de, verir ama okuru da işin içine çekerek verir. Yani hakikatin referansı önemlidir yazar için, ama hakikatin yorumunu ister okuruyla paylaşır, isterse paylaşmaz, benim dediğim gibidir der. Biraz yazara kalıyor bu bence.
Hakikat meselesini türe indirgeyecek olursak romanda bir hakikat aranmalı mı ve bu hakikat kurguyla birlikte okura nasıl verilmeli?
Romanda hakikat aranmalı mı diye sorarsak… Ben hakikati kavram olarak referansları itibariyle sırtını bir geleneğe dayayan, bir medeniyetin ruhu olan bir inanç dünyasının içinden seslenen bir kavram olarak gördüğümü başta söyledim. O zaman bu gelenek, romana el atmalı mıdır, roman bu geleneğin türü müdür, benim edebiyat geleneğim romanı da içine çekmeli midir sorusuna dönüştürmeli belki sorunuzu. Burası çok çok tartışmalı, uzun uzun anlatmayı gerektirecek bir problem. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki roman derslerimde yıllarca bu konu üzerinde uzun uzadıya durmaya çalıştım. Öğrencilerim hatırlarlar.
Roman, benim geleneğimin türü müdür, benim edebiyat geleneğim romanı da içine çekmeli midir? En kestirmesinden söylersek, hayır. Benim edebiyat geleneğimin içerisinde romana yer yoktur. Onun için, çok katı olacak biliyorum ama bir roman benim edebiyat geleneğimin özü olan hakikati ifade edip taşımak gibi üzerine vazife olmayan bir görevi üstlenmemelidir. Ancak roman ve gerçeklik dediğinizde başka bir dünyanın kavramına geçersiniz. Roman gerçeği ifade etmeli midir, roman gerçeği mi yorumlamalıdır, roman gerçeklik zemininde mi yürümelidir? Bu soruları, hani konuşmanın başlarında değindik ya, hakikat yerine gerçek kavramı etrafında sorar ve düşünürseniz, başka bir bağlama yani modern dünyaya ve bu dünyanın idrak ve duyumsama kodlarına geçiyorsunuz. Benim İslâmî geleneğimin kâinatından Batı Modernizminin evrenine geçiyorsunuz bu iki kavramın ayrıştırılmasıyla birlikte. Roman Batılı bir tür, modern bir tür. Tam kendi dünyası içerisinde sorguluyoruz o zaman roman ve gerçeklik ilişkisini. Orada da romana biçtiğiniz role muvazi bir açıklama yapmak zorundasınız.
Hayır, roman gerçeği ifade etmelidir diye bir misyonu mutlak şekilde yükleyemeyiz romana. Roman fantezileri de ifade edebilir. Roman hatta absürditeyi de ifade edebilir, kendisi saçma olmasa bile, saçmalığının da romanı olabilir, çünkü Modernizm alanında konuşuyoruz artık. Her şey özgürse saçmalık da özgür ve roman saçmalığın da ifadesi olabilir. Yok,eğer gerçeği Realistlerin dediği gibi anlıyorsak, roman, yalnızca gerçeği ifade etmelidir dersek, hatta gerçeklik duygusunu zedelememek için istisnaî olana bile yönelmemeliyiz dersek, hayatı modern düşüncenin gerçeklik algısına göre daraltıyoruz demektir, ama modern roman o noktayı çoktan geçti. Realist akımın çok ötesinde Yeni Roman gibi, Postmodern roman, Büyülü Gerçekçilik gibi başka başka akımlarla bu dar ve katı gerçeklik misyonunu, gerçeği bir mesaj olarak üstlenme görevini aşmış durumdadır. Öyleyse, romanın tür olarak illa gerçeği aksettirmek gibi bir görevi yoktur.
Bir de şu tarafından bakalım: Romanın anlattığı şeyin gerçeklikle ilgisi ayrı bir şeydir, mutlak şekilde insan hayatının gerçeğini anlatmaktan kastımız ayrı bir şeydir. İnsan hayatında olan her şey gerçeğin kendisidir. Öyleyse roman insana dair neyi anlatıyorsa, dolaylı veya direkt olarak gerçeği anlatıyor diye de bakabiliriz. Bununla ne demek istedim? Saçmalamak da insana ait bir gerçekliktir. Hayal kurmak da, fanteziler üretmek de, gerçeğe düşmanlık da gerçeği dışlamak da insana özgü bir gerçekliktir. Bunları anlatsa bile roman, insanî olmak açısından gerçeği anlatmış oluyor. Yani gerçek illa o bir zamanın Realist akımın Rasyonalist felsefeyle oluşturduğu beş duyuyla algılanan şey değildir. Böyle düşünmek lazım roman ve gerçeklik ilişkisini. Hani romanın tür olarak kaypaklığı üzerinde hep durulur ya, aslında bu durum romanın gerçekle kurduğu ilişkide keskin bir şekilde kendisini gösteriyor. Yani roman ve gerçeklik ilişkisi kaypak bir ilişki.
Romanımızın sizin vurguladığınız anlamıyla gerçek ile tanışması ne zaman oldu ve bunun ilk yansımaları hangi eserlerde görüldü?
Biz romanla 19. yüzyılın son çeyreği içerisinde 1870’lere doğru gelirken tanıştık. O zamanlarda yani tam kronolojik izdüşümüne bakarsak Batı edebiyatlarında Realizm bile bitmişti, gündemde Natüralizm var hatta. Ama bizim yazarlarımız biraz da bizim edebiyat geleneğimizin damarına damarına uyduğu için, zevkimize kısmen daha yakın ve hoş geldiği için dönüyorlar Batılı romanı Romantik roman üzerinden tanıyorlar. Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Tal’at ve Fitnat’ı veya Namık Kemal’in İntibah’ı, Ahmed Midhat Efendi’ninkiler vb. Romantizm akımı çerçevesinde insana yaklaşım, hayata yaklaşım izleriyle oluşuyorlar. İlk romanlarımızın arasında Araba Sevdası da yer alır. Hani denir ya, bu roman, aslında kahramanları itibariyle Romantik ama yazarın çevreye dikkati ve anlatım tarzı itibariyle Realist. Araba Sevdası bu bakımdan Realizm’e doğru ürkek de olsa bir ilk ayak kıpırtısıdır. Sonra Ahmed Midhat Efendi’nin kısmen Natüralizm akımına doğru meyleden Müşahedat romanı gelir, ama bunlarda yüzyılın sonuna doğrudur. Yani şöyle beş, on, on beş romanımız olur, roman motoru biraz ısınır, tekerlekler dönmeye başlar tabiri caizse. Araç ikinci vitese geçmeye hazır hale geldikten sonra bir de Realizm varmış, bir de Natüralist roman varmış diye bizimkiler fark etmeye başlar. Servet-i Fünun’a geldiğimizde Halid Ziya’yla biz ancak Realistleri, Natüralistleri fark ederiz. Gecikmiş bir fark ediştir bu da. Halit Ziya, Goncourt Kardeşler benim örneğimdir der, Daudet’nin yolunu izlemeye çalışır. Ama yine de geleneğin getirdiği duygusal damar, bizim yazarımızın peşini bırakmaz, ne kadar Realistim dese de, ne kadar ben Natüralist yazdım dese de, hep duygusal bir damar işleyip durur arka planda. İster Aşk-ı Memnû deyin, ister Mai ve Siyah deyin Santimantalizm bizim romanımızda hep var olagelmiştir. Bir Emile Zola acıtıcılığı ve mekanizmi, bir Daudet kuruluğu, ne Halid Ziya’da vardır ne de sonrakilerden gerçekçi olduğunu söyleyen romancılarımızda…
Ama diyebiliriz ki 20. yüzyılın ortalarına yaklaştığımızda bizim romancılarımız da katı bir gerçekçiliğin peşinde olmuşlardır. Bu katı gerçekçilik, en donmuş ve kuru halini tabiri caizse Toplumcu Gerçekçiler’in o köy romanlarında, Sosyalistlerin ideolojik romanlarında kendisini göstermiştir diyebiliriz. Toplumcu Gerçekçiliğe gelene kadar da Natüralist etkinin bize özgü bir şekli var olagelmiştir ancak 1940’lardan özellikle 1950’lerden sonra Toplumcu Gerçekçiliğin, o acıtıcı çirkinlikleri, acıtıcı kabalıkları, çıplaklaştırıcılığı Natüralist etkiyle ancak romanımızda kendisini göstermiştir.
Mehmet Akif’in “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”mısraı ve üstat Necip Fazıl’ın “Şiir mutlak hakikati arama işidir.”sözüyle vermek istediği mesaj nedir?
Her ikisi de samimî bir Müslüman hassasiyetini, şahsiyetlerinin temel görünümü yapmış olan iki şairimizdir, iki büyüğümüzdür. Her ikisinin de referanslarında hakikatin sırtını yasladığı yüce değer olarak “Mutlak Hakikat” vardır ki Necip Fazıl zaten bunu söylüyor: “Mutlak Hakikat, Allah’tır.” Necip Fazıl’ın Mutlak Hakikat dediği, Mehmet Âkif’de “Hak” olarak karşımıza çıkıyor: “Hâlık’ın nâmütenâhî adı var, en başı Hak / Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak.” diyor meselâ. “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diyor. Hak kelimesini çeşitli varyasyonlarıyla bir mısrada kullanıyor. Hakk’a tapmak, hakikati hak etmenin en önemli gerekçesi. Bir Müslüman kul olarak Akif’in sözünün tek bir amacı var: Hakikati ifade etmek. Hakikatin adresi aynen Necip Fazıl’daki gibi Hak’tır yani Mutlak Hakikat’tir.
Öyleyse her ikisi için de, biri modernleşme sancılarımızın başında, diğeri tam ortasında yaşamış ama aynı sesi çoğaltarak terennüm etmiş ve yaymış iki büyüğümüz olarak her ikisi için de hakikat, en başta dediğimiz üzere, kavramsal karşılığını vahyî bir mercide yani varlığının hakikati mutlak olanda, Hak Teâlâ’da bulan ve O’nunla değer kazanan bir kavramdır. İkisinin de adresi aynı o zaman, ikisi de aynı şeyi söylüyor.
Değerli hocam son olarak benim yerimde olsaydınız konu kapsamında kendinize ne sorardınız?
“Hasbelkader otuz küsur yılını edebiyata vermiş, bir takım akademik unvanları isminin kenarına iliştirmiş birisi olarak bunca yıl edebiyat adına nefes tükettin, kalem eskittin, vakit harcadın. Bir akademisyen olarak edebiyatı ne adına gördün, ne adına okudun, ne adına okuttun, ne adına yorumladın?” diye bir nefis muhasebesi sorusu sorardım. Bu soru bana “O gün sahip olduklarınızdan da muhakkak sorguya çekileceksiniz!” ilâhî ikazını hatırlatır ve ürpertirdi.
Sonra da, kusurlu ve noksan olmanın çekingenliği ve ürkekliği ile mırıldanırdım: Karınca kararınca, edebiyatı Mutlak Hakikat’i tanıma, tanıtma, ifade etme, ettirme ve yorumlayabilme çabası çerçevesinde görmeye çalıştım. Çalışmalarımın “hadd-i gâye”sinde bunun olmasına çabaladım. Eksik, yarım, kusurlu… Bu çaba, umarım ki, sorulacak o çetin soru karşısında benim için bir sığınma gölgeliği olur.
Bu röportaj İmge Edebiyat Dergisi’nin 4.sayısında yayınlanmıştır.